2 Şubat 2011 Çarşamba

ASK ER

Kendini öldürmeyi düşünün erlerin en büyük korkusu hayatta kalmaktı. Kendini askerliğe elverişsiz hale getirmek büyük bir suçtu. Cezası yıllarca hapis, savaş sırasındaysa ölümdü. El kitabımızda yazıyor ve bize her fırsatta hatırlatıyordu. İntihar etmek serbest ama hayatta kalmak, korkunç sonuçları olan bir suçtu. Bu yüzden dikkatli olmak gerekiyordu. Tereddüt etmeme neden olan tek şeyse Genel Nöbet Talimatnamesi’nin altıncı maddesiydi : “Ölmediği sürece, nöbetçi nöbet yerinden ayrılamaz.” Oysa bedenim b nöbet kulesinden ayrılmayacaktı. Sadece ölmüş olacaktım. Bence ölü bir nöbetçi, kuleyi çok daha iyi korurdu. Taşıdığı çelik yeleğin altında ezilmiş, kan içindeki, kokmuş bir asker cesedi en azılı bir teröristi bile durdurabilirdi. Genel Nöbet Talimatnamesi’nin altıncı maddesi, ordunun metafizik konusundaki görüşlerini de açıklıyordu: Ölen kişi ayrılır, gider, yok olur, emirleri duyamaz, işe yaramaz. Ölmek gitmektir. Oysa oradasın, yerde yatıyorsun, her hangi bir yere gittiğin yok. İnanmayan, üzerinde uçuşan sineklere sorabilir. Tabii, dillerinden anlıyorsa. Ben anlıyordum. Böceklerle, sineklerle konuşmam eskilere dayanıyordu. Kanatlarını koparıp, saç teli inceliğindeki bacaklarını yaktığım günlere uzanıyordu. İçimdeki çocuğun vazgeçemediği eğlencelerden biri. Eğitim birliğinde, revire çıkıp, karşısındaki tabip asteğmene, cebinden çektiği kibrit kutusundan çıkan karıncaları göstererek “ Komutanım onları bir türlü hizaya sokamıyorum. İçtima alamıyorum” diyen Urfalı Celal’den daha iyi anlaştığım kesindi mikro dünyayla. Hatta asteğmenlik rütbesini de çevremdeki herkesten daha iyi bildiğim kesindi. Çünkü eğitim birliğinde tanıştığım hiçbir er, asteğmenlik rütbesiyle zorunlu askerlik hizmetinin yerine getirilebileceğini bilmiyordu. Çünkü ne ailelerinden ne de köylerinden biri üniversiteyi bitirip asteğmen olmuştu. Onlar için asteğmenler de diğerleri gibi üç yüz katlı bir binanın tepesinde oturan, doğuştan komutanlardı. “Kısa dönem askerlik” kavramıysa onlar için tamamen bir efsaneydi. İnandırmak için haftalarca konuşmam gerekiyordu. Aldığım tek yanıtsa şu oluyordu :

“ Olmaz kardeşim. Nasıl beş ay ? Olur mu lan öyle şey ? Yemişler seni…



Evet diyordum içimden. Haklısın, beni çiğnemişler…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder