10 Nisan 2011 Pazar

A Z

" Diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az... O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum... Az...

Sen de fark ettin mi? Az dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış binlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harf arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi..."

28 Şubat 2011 Pazartesi

KORK

"Kumar oynar mısın? Hiç sanmıyorum. Kaybedecek çok şeyin var çünkü. Kumar masasına oturamayacak kadar zenginsin. Her ne kadar sahip olduklarının hiç biri gerçek hayatta para etmiyor olsa da çok zengin olmalısın. Korkaklığı başka türlü açıklamak mümkün değil. Dünyanın en zengin adamı kadar korkaksın! Oysa yoksulsun. Neden ? Yoksulluğunun nedenini sormuyorum. Korkaklığını kastediyorum.. Neden ? Çünkü hiçbir bankaya yatıramayacağın kadar hayat dolusun. Çok berbat bi durum bu. Hayata bu kadar bağlanmak. Acıdan bu denli uzaklaşmaya çalışmak. Her söyleneni yerine getirmek. Yükselen sesler karşısında titremek. Korku seni mahvetmiş. Korku, beynini kafatasından sökmüş. Herkesten daha ölüsün. Hiçbir zaman dirilemeyeceksin. Daima titreyecek ve inleyeceksin. Aptal ve korkak. Korkarsın. Belki de haklısın. En doğrusu budur. Korkmalısın. Çünkü acı bağımlılık yapar. Çünkü karaktersiz bir piç olmak bazen en kolayıdır. Çünkü duymamak için aklını meşgul etmek en kolaydır. Düşün bakalım. Düşün. Kaç benden. Acelem yok. Düşünecek bir şeyin kalmadığında da elbet görüşeceğiz."

AS

Asılırken dikkat etmen gereken tek şey, boşlukta kaldığın anda ağırlığını olabildiğince aşağı vermek. Boynun mutlaka kırılmalı. Yoksa oltanın ucundaki balık gibi sallanırsın. Utanç verici. Bir balığa dönüşmek asılırken, utanç verici. Bu yüzden tek hamlede ölmelisin. Düşüp kalmalısın. Titreme yok, sarsılma yok, spazm yok. Seni asanlardan yüksekte olduğun müddetçe sorun yok. Ayakkabılar önemli. Gözleri alacak kadar cilalı olmalı. İzleyenlerin kursağında kalmalısın. Ayakkabılarını kıskanmalılar. Pantolon ütünü de. İdam da kıyafet çok önemlidir. Bunu bildikleri için de ilmeği boynuna geçirmeden önce kefen giydirirler. Ama her şey hatıralarında kalır. Gözlerin solar ama üzerindeki kumaş parlamaya devam eder. Karılarını satsalar alamayacakları kadar pahalı olmalı. Dünyanın en güçlü adamını astıklarını düşünmeliler, siz. Sen öldükten sonra kıyametin geleceğini düşünüp korkmalılar. En az bir gece kabuslarına girmelisin. Zavallı hayatlarında karşılaşabilecekleri tek üstün varlığı yok ettiklerini düşünüp titremeliler. Tabii, üstün bir varlık olmana gerek yok. Öyle görünmen yeter

6 Şubat 2011 Pazar

SEVGİ

Sevgi, tırmananları birbirine bağlayan bir halattı. Biri düşerse diğerlerinin hayatta kalması için halatın kesilmesi gerekiyordu. Ancak sevgi, kesilemeyecek kadar kalın bir halattı ve sonunda herkes düşerdi. Aptallar sevdikleriyle düşer, kötüler sevdiklerini aşağıya çeker. Sonucu ölüm olan bir ölüm. Sevgi halatı. Düşenlerin kafatasını çatlatacak bir yükseklik. Acele etmeye gerek yok. İlk düşen öldü. Sıra herkeste.

SUÇ

Bu cümle yazmayı öğrendiğimin kanıtıdır. Bu cümleyse, okumaya devam ettiğimin kanıtı. Birlikte, iki kanıtı olan bir suç işleyeceğiz. Bir hayata son vereceğiz. Ancak korkma. Doğum yeri belli olmayan ölümün serpilişi o kadar yavaş olacak ki ölenin kim olduğunu anlamayacaksın. İşlediğin bir suçtan ötürü, belki de ilk kez pişmanlık duymayacaksın. Belki de o gün geldiğinde, bir hayata son vermenin suç olmadığına inanacaksın. Ancak şimdi titrediğini biliyorum. Elindeki kağıdı tutmayı sürdürmekle yırtıp atmak arasında hangi hızla gidip deldiğini rüzgarından hissedebiliyorum.

Tek başına işlenen suç bir göktaşıdır. Sırtında sadece sahibine yer vardır. Ancak suç, var olan en güçlü tutkaldır. Suçun işlenmesinde payı olanların her biri, birbirine yapışır. Her ne kadar birbirlerinden kaçmaya çalışsalar da suç çekimi onların ayrılmasını engeller. Sanıldığı gibi suçun işlendiği yere değil, birbirlerine dönerler. Çünkü suç güvenli ve güvenilir değildir. Güvensizlik, yirmi dört saatlik gözetimler gerektirir. Suç ortakları birbirini gözetler. Bu yüzden sen ve ben bir suçla yapışacağız. Tutkalımız ne dostluk ne de aşk; güvensizlikten delirmemek için, yalnız kalana kadar, ortaklarının birbirlerini öldürmeye çalıştıkları suç. Bütün şahdamarlarını mat eden suç. Ancak bizim ortaklığımızda rahat bir uyku için birbirini diğerini öldürmesine gerek yok. Çünkü işlenecek suç gerçekleştiğinde sayımız bire düşecek.

2 Şubat 2011 Çarşamba

ASK ER

Kendini öldürmeyi düşünün erlerin en büyük korkusu hayatta kalmaktı. Kendini askerliğe elverişsiz hale getirmek büyük bir suçtu. Cezası yıllarca hapis, savaş sırasındaysa ölümdü. El kitabımızda yazıyor ve bize her fırsatta hatırlatıyordu. İntihar etmek serbest ama hayatta kalmak, korkunç sonuçları olan bir suçtu. Bu yüzden dikkatli olmak gerekiyordu. Tereddüt etmeme neden olan tek şeyse Genel Nöbet Talimatnamesi’nin altıncı maddesiydi : “Ölmediği sürece, nöbetçi nöbet yerinden ayrılamaz.” Oysa bedenim b nöbet kulesinden ayrılmayacaktı. Sadece ölmüş olacaktım. Bence ölü bir nöbetçi, kuleyi çok daha iyi korurdu. Taşıdığı çelik yeleğin altında ezilmiş, kan içindeki, kokmuş bir asker cesedi en azılı bir teröristi bile durdurabilirdi. Genel Nöbet Talimatnamesi’nin altıncı maddesi, ordunun metafizik konusundaki görüşlerini de açıklıyordu: Ölen kişi ayrılır, gider, yok olur, emirleri duyamaz, işe yaramaz. Ölmek gitmektir. Oysa oradasın, yerde yatıyorsun, her hangi bir yere gittiğin yok. İnanmayan, üzerinde uçuşan sineklere sorabilir. Tabii, dillerinden anlıyorsa. Ben anlıyordum. Böceklerle, sineklerle konuşmam eskilere dayanıyordu. Kanatlarını koparıp, saç teli inceliğindeki bacaklarını yaktığım günlere uzanıyordu. İçimdeki çocuğun vazgeçemediği eğlencelerden biri. Eğitim birliğinde, revire çıkıp, karşısındaki tabip asteğmene, cebinden çektiği kibrit kutusundan çıkan karıncaları göstererek “ Komutanım onları bir türlü hizaya sokamıyorum. İçtima alamıyorum” diyen Urfalı Celal’den daha iyi anlaştığım kesindi mikro dünyayla. Hatta asteğmenlik rütbesini de çevremdeki herkesten daha iyi bildiğim kesindi. Çünkü eğitim birliğinde tanıştığım hiçbir er, asteğmenlik rütbesiyle zorunlu askerlik hizmetinin yerine getirilebileceğini bilmiyordu. Çünkü ne ailelerinden ne de köylerinden biri üniversiteyi bitirip asteğmen olmuştu. Onlar için asteğmenler de diğerleri gibi üç yüz katlı bir binanın tepesinde oturan, doğuştan komutanlardı. “Kısa dönem askerlik” kavramıysa onlar için tamamen bir efsaneydi. İnandırmak için haftalarca konuşmam gerekiyordu. Aldığım tek yanıtsa şu oluyordu :

“ Olmaz kardeşim. Nasıl beş ay ? Olur mu lan öyle şey ? Yemişler seni…



Evet diyordum içimden. Haklısın, beni çiğnemişler…

30 Ocak 2011 Pazar

ASKERİ UYKUSUZLUK

Askeri uykusuzluk, uyumamak değildir. Derin uykuya hiç bir zaman geçemeden uyandırılmaktır. Yüzlerce kez aralıksız tekrarlandığında insanın beyni yırtılır ve gözleri yuvalarından düşer. Belleği sarsan ilk depremdir. İkincisi, kişinin, emirle çalışan bir makineye dönüşmesi sonucu karar verme düzeneğinin devre dışı kalmasıdır. Uyuduğunu sanan beyin rüya görmeye devam eder ve on dokuz saat uyanık geçen askeri bir gün içinde onlarca kez ani hatırlama krizleri geçirilir. Ani hatırlama krizleri, üç yüz dördüncü kez yıkandığınız bir lavabonun üzerindeki aynaya baktığınız anda altı yaşında yediğiniz bir tokadın acısını hissetmenizdir. Hiç bir zaman düşünmediğiniz, hiç bir zaman hatırlamadığınız her şeyi, o an ve yerdeymiş gibi, bir rüyadaymış gibi yeniden yaşamanızdır. Bu krizler sırasında, sabahında eve nasıl döndüklerini bilmeyenlerin arasında sarhoş gecelerinde ne yaptıklarını hatırlayanlar bile vardır. Askerliğin hafıza açıcı tarafı sağlıklı bir etki değildir. Kriz bittiğinde gerçeğe dönmek insanı mahveder.